Amaç: Üveit, gözün orta tabakasının iltihabi bir hastalığıdır.
En sık görülen formu anterior üveittir. Anterior üveit vakalarının
neredeyse yarısının idiyopatik kökenli olabileceği belirtilmiştir.
Birçok sistemik hastalık ağız boşluğu ile ilişkilidir.
Özellikle bu ilişkilerde periodontal hastalıklar sıklıkla tartışılmaktadır.
Bu tartışma kardiyovasküler durumlar, gebelik
ve diyabet üzerine yoğunlaşmaktadır. Üveit ve ağız boşluğu
üzerine yapılan önceki çalışmalarda üveit teriminin genelde
ana başlık olarak ele alındığı görülmektedir. Kanaatimizce
değerlendirmeler sadece hastalığın ana başlığı altında değil,
anatomi, hastalık faktörü ve klinik sürenin de gözetilmesi
gerektiğini düşündürtmüştür. Bu nedenle artan bilgi ve yaygınlaşan
sınıflandırmalar ışığında bu konunun yeniden incelenmesine
karar verilmiştir. Genel olarak mevcut literatür eski
dönemlere ait olup, az sayıda güncel çalışma ve olgu sunumu
mevcuttur. Bu çalışmanın amacı idiyopatik anterior üveitli bir
grup hastada olası periodontal-dental faktörleri araştırmaktı.
Gereç ve Yöntem: Bu pilot çalışmaya, otuz hasta [idiyopatik
anterior üveitli 15 hasta-çalışma grubu (SG): 7 kadın-8 erkek;
15 sağlıklı kontrol grubu (CG): 8 kadın-7 erkek] dahil edilmiştir.
Her bir birey için rutin periodontal muayene de kullanılan
ve periodontal durum tespiti yapmaya yarayan gingival
indeks (GI), plak indeksi (PI), sondlama derinliği (PD), klinik
ataşman seviyesi (CAL) ölçülmüştür. Çürük-eksik-dolgulu
dişler indeksi (DMFT) kayıt edilerek, kişilerdeki mevcut
dental durumlar ortaya konulmaya çalışılmıştır. Bireylerde
ayrıca varsa mukozal değişiklikler (ülserasyon, hiperplazi vb.)
ve anormal durumlar not edilmiştir. Bu çalışmada, SG ve CG
grupları arasındaki periodontal-dental parametrelerdeki olası farklılıklar araştırılmıştır. İstatistiksel değerlendirmelerde p
değeri <0.05 önemli olarak kabul edilmiştir.
Bulgular: Ortalama PI, PD ve CAL değerleri SG’de önemli ölçüde
daha yüksekti (p<0,05). GI ve DMFT indekslerinde SG
ve CG arasında herhangi bir fark izlenmemiştir.
Sonuç: Bu konu araştırmaya açıktır. Ancak, ön bulgular, idiyopatik
anterior üveit ile periodontal parametreler arasında
bir ilişki olabileceğini göstermektedir.
Amaç: Tıbbi uygulamalarda zaman zaman karşılaşılan hatalar
bazen geri dönülemez sonuçlara neden olmaktadır. Sağlık
alanında belirli bir oranda risk ve hata payı olmakla beraber
bunun minimumda tutulması gerekmektedir. Kimi zaman
sosyal medyada yer alan sağlık hatalarının sonuçlarına ilişkin
olarak yapılan haberler, bireylerin bizzat yaşadıkları veya
şahit oldukları durumlar tıbbi hatalar konusunda insanları
tedirgin etmektedir. Bu çalışmada tıbbi uygulama hatalarının
neler olduğu hastalara sorulmuş ve onların verdikleri yanıtlar
incelenmiştir.
Yöntem: Nicel yöntemle yapılan araştırma çevrimiçi ve yüz
yüze anket tekniği ile gönüllü olarak çalışmaya katılmayı kabul
eden kişilerden alınan veriler ile yapılmıştır. Araştırmanın
evreni Türkiye geneli 18 yaş üstü sağlık hizmeti almış bireylerdir.
Araştırmanın örneklemini ise 400 kişi oluşturmaktadır.
Araştırmada kullanılan olan anket formu üç bölümden oluşmaktadır.
Birinci bölümde demografik veriler ve tıbbi uygulama
hataları ile ilgili ifadeleri yer alırken; ikinci ve üçüncü
kısımda Bilgin ve Diğer (2019) tarafından geliştirilen ölçek ile
Er ve Cezlan (2022)’ ın araştırmasında kullandığı ifadelerden
faydalanılarak ve uzman kişilerin fikirleri alınarak araştırmacı
tarafından nihai şekli verilen, sekiz yargı ifadesinden oluşan
tıbbi hataya yönelik yaklaşım ve tıbbi hata nedenlerini belirlemeye
yönelik sekiz yargı ifadesinden oluşan anket formu
kullanılmıştır. Analizlerde frekans ve yüzde analiz teknikleri
ile Ki Kare testi kullanılmıştır.
Bulgular: 400 katılımcının çoğunluğu erkeklerden oluşmaktadır.
Eğitim durumu ağırlıklı olarak ön lisans ve lisans seviyesindedir.
Katılımcıların neredeyse 2/3’si tıbbi uygulama
hatasını bildiğini ifade etmektedir. Çoğunluğu ise tıbbi uygulama
hatasına maruz kalmadığını düşünmektedir.
Sonuç: Araştırma sonucunda hastaların çoğunluğunun tıbbi
hatayı bildiğini ifade ettiği görülmesine karşın, komplikasyonla
karıştırdıkları belirlenmiştir. Katılımcılar tıbbi hataların çoğunluğunun önlenebileceğini düşünmektedir. Araştırma
sonuçları göz önüne alındığında, tıbbi hata ve komplikasyon
konularında toplumun bilinçlendirilmesi amacı ile kamu
spotlarının ve eğitimlerin yapılması önem arz etmektedir.
Gebelik ve emzirme döneminde annenin beslenme davranışı
fetüs ve yeni doğan fenotipi ve metabolizması
üzerinde yaşam boyu etkiye sahiptir. Maternal enerji,
protein ve mikro besin ögeleri alımı fetal epigenomda
değişikliklere neden olabilmektedir. Gen ekspresyonunu
ve fetüsün yaşam boyu sağlığını etkileyen epigenetik değişiklikler
DNA metilasyonu, histon modifikasyonları ve
kodlayıcı olmayan RNA (ncRNA)’lar üzerinden gerçekleşir.
Maternal enerjinin fazla ve/veya proteinin yetersiz
alımı yaşamın ilerleyen dönemlerinde yavruda obezite,
glukoz intoleransı, insülin direnci gibi metabolik hastalıklara
yol açabilmektedir. Tek karbon metabolizmasında
metil donörü ve kofaktör olan folat, B12 vitamini, kolin ve
betainin yetersiz alımı düşük doğum ağırlığı ve yavrunun
bilişsel fonksiyonlarında azalma gibi durumlara neden
olurken, homosisteinin (Hcy) artan düzeyleri bebeklerde
psikomotor skorları düşürür ve çocuklukta daha yüksek
psikolojik problem riskini yükseltir. Bütün bunların sonucunda
nörotoksik, vaskülotoksik ve teratogenik etkiler
görülebilir. Bu derlemede, maternal besin alımının epigenetik
mekanizmalara etkisi ele alınarak, maternal metil
donörü alımının fetüs ve bebek sağlığı üzerindeki etkilerine
bir bakış açısı sunulacaktır.
Pankreas salgıladığı sindirim enzimleri ve düzenleyici
hormonlar nedeniyle önemli görevleri olan bir organdır.
Pankreasta kanserin de dahil olduğu bir takım endokrin
ve ekzokrin hastalıklar ortaya çıkabilmektedir. Büyük organ
tümörleri arasında %10 civarında 5-yıllık sağkalım
ile en düşük yüzdeye sahip olan pankreas kanseri, agresif,
geç tanı konulan, kötü prognozlu bir kanser türüdür. Hastaların
çoğunda ileri evreye kadar asemptomatik olarak
kalan pankreas kanseri, tedavisi oldukça zor bir hastalık
olmaya devam etmekte ve küratif potansiyele sahip tek
tedavi yöntemi olan cerrahi operasyon, hastaların yalnızca
küçük bir kısmında uygulanabilmektedir. Pankreas
kanseri riski tüketilen günlük sigara miktarı ve tüketilen
yıl süresine bağlı olarak göreceli olarak yükselmekte, sigaranın
bırakılması ise bu riski düşürmektedir. Ayrıca,
vücut kitle indeksindeki artış, obezite süresi, pankreatit,
aşırı alkol tüketimi, diyabet ve bozulmuş açlık glukozu
da pankreas kanseri riskinde artışla ilişkilendirilmiştir.
Buna karşın, genetik yatkınlık açısından farkındalığın
sağlanması ve risk faktörlerinden kaçınmanın toplum
bazında hastalığın prevalansını düşürmek için önemli
katkı sağlayabileceği öngörülmektedir. Bu nedenle tedaviye
yönelik yapılan yoğun araştırmalar yanında pankreas
kanseri gelişimini sınırlamak amacıyla değiştirilebilir risk
faktörleriyle ilişkili yapılacak çalışmaların önemi açıkça
anlaşılmaktadır. Bu amaçla hazırladığımız derlemede
güncel literatür ışığında değiştirilebilir risk faktörlerine
dair çalışmalar incelenmiş ve bu faktörlerin Türkiye’deki
dağılımı değerlendirilmiştir. Çalışmamız diğer bütün faktörler
göz ardı edildiğinde bile, değiştirilebilir risk faktörlerinden
obezite, diyabet ve sigara kullanım oranlarındaki
artışın önümüzdeki yıllarda Türkiye’de pankreas kanseri
prevalansında artışla sonuçlanabileceğini öngörmektedir